3 Mart 2014 Pazartesi

HOLOGRAFİK OLAN EVREN

HOLOGRAFİK OLAN EVREN


String Teorisi, derin düşünebilme yetisi olan beyinlere, ‘evren içre evrenler’ gerçeğini boyutsal derinlikli ‘TEK KARE RESİM’ olarak fark ettirmeğe çalışırken…Holografik Evren gerçeği de, her zerre olarak algılanan gerçekteki ‘tek kare resmin’ her bir noktasının, tümel TEK’in açığa çıkış seyrinden başka bir şey olmadığını vurgulamaktadır! HOLOGRAFİK EVREN gerçekliği, bilim dünyasında ‘Âlemlerin Rabbi ALLAH’tır’ gerçeğini-sistemini deşifre ederken; evrensel ruhtaki (RUH adlı melek) şuurun, her zerrede o zerrenin yapısına göre açığa çıkmakta olduğunu vurgularken; düşünemediler bunların sonuçlarını… ‘Zerre küllün aynasıdır’ benzetmesiyle, en muhteşem evrensel gerçekliği 1400 küsur yıl önce insanlığa bildiren o yüce Zât’ın mesajını kavrayamadılar, değerlendiremediler…’Tüm çokluk görüntüsü (algılayandan kaynaklanan), gerçekte, TEK şuurun (ilmin) her mikroda onun yapısal özelliğine göre açığa çıkmasıdır’ gerçeğini vurgulamaktaydı ‘Holografik Gerçeklik’… ’’    AHMED HULÛSİ, YENİLEN!

Yoksa Evren Bir Hayal mi

1982’de olağanüstü bir olay meydana geldi. Paris Üniversitesi’nde Fizikçi Alain Aspect tarafından yürütülen bir araştırma grubu, 20.inci yüzyılın en önemli deneylerinden birini gerçekleştirdi. Bunu siz akşam haberlerinde duymamışsınızdır.Bazıları onun bu keşfinin bilimin yüzünü değiştirdiğine inansa da; bilimsel yazıları okuma alışkanlığınız yoksa, aslında Aspect’in adını belki de hiç duymamışsınızdır.
Aspect ve grubu, aralarında onları ayıran uzaklık ne olursa olsun; elektronlar gibi atomdan küçük parçacıkların da bazı durumlarda anında birbirleriyle haberleştiklerini keşfetti.Bu,10 feet veya 10 milyar mil ayrı olsalar bile farketmiyordu. Her nasılsa, her bir parçacık her zaman bir diğerinin ne yaptığını biliyor gözüküyordu. Bu başarıyla ilgili bir problem de, Einstein’ın uzun-zamandan beri olan ‘’Hiçbir iletişim, ışığın hızından daha hızlı seyahat edemez’’ prensibini çiğniyordu. Işık hızından daha hızlı seyahat etmek, zaman bariyerini ihlal ederken; bu korkusuz ihtimal bazı fizikçilerin Aspect’in bulgularını ayrıntılı bir şekilde açıklamalarına sebep oldu. Fakat bu, diğer fizikçilere daha da radikal açıklamalar sunmaları için ilham verdi.
Örneğin; Londra Üniversitesi’nden Fizikçi David Bohm, Aspect’in bulgularının nesnel realitenin varolmadığına, sağlam görünürlüğüne karşın; aslında evrenin bir hayal, kocaman, muhteşem şekilde detaylandırılmış bir hologram olduğuna işaret ettiğine inanmaktaydı. Bohm’un bu şaşırtıcı iddiayı neden yaptığını anlamak için; kişi ilk olarak hologramlar hakkındaki ufak bilgiyi anlamalıdır.


Bir hologram, lazerin yardımıyla yapılan üç-boyutlu bir fotoğraftır. Hologram yapmak için, fotoğraflanacak olan obje ilk önce lazer ışınının ışığında banyolanır. Sonra ikinci lazer ışını, ilk yansıyan ışıktan zıplar ve sonuç olan çatışma örneği (iki lazer ışınının birbirine karıştığı alan) filmde yakalanır.Film geliştirildiğinde, hologram manasız bir ışık helezonu ve koyu çizgiler gibi gözükür. Geliştirilmiş olan film, bir diğer lazer ışınıyla aydınlatıldığında; orijinal objenin üç-boyutlu imajı belirir.Bu imajların üç-boyutluluğu, hologramların olağanüstü tek özelliği değildir. Eğer bir gülün hologramı yarıdan kesilirse ve sonra da lazerle aydınlatılırsa; her bir yarının hâlâ gülün bütün bir imajını koruduğu bulunur. Gerçekten de, yarılar tekrar bölünse bile; filmin her bir ufak parçasının orijinal imajdan daha küçük, fakat bozulmamış halde imajını kapsadığı bulunacaktır.Normal fotoğraflardan farklı olarak, bir hologramın her bir parçası bütünün sahip olduğu bütün bilgiyi kapsar.  Hologramın  ‘’Her bir parçadaki bütün’’doğası, bizlere tamamen yeni bir organizasyon ve düzen anlayışı yolu sağlar.
Batı bilimi fiziksel bir fenomeni en iyi anlama yolunda tarihi boyunca ekseriyetle (bu bir kurbağa veya atom olsun),onu parçalara ayırmak ve onun ayrı ayrı olan parçalarını çalışmak önyargısıyla çalışıp çabalamıştır. Bir hologram, bize evrendeki bazı şeylerin bu yaklaşıma yanaşmayabileceğini öğretmiştir.Holografiksel olarak yapılmış bir şeyi parçaya ayırmaya çalışırsak; onun hangi parçalardan yapılmış olduğunu yakalayamayız, sadece daha küçük bütünlerini yakalayabiliriz. Bu anlayış, Aspect’in buluşunu anlamadaki diğer bir yolu Bohm’a önermiştir. Bohm; atomdan küçük parçacıkların birbirlerini ayıran uzaklık her ne olursa olsun birbirleriyle kontakt halinde bulunmalarının, ileri-geri bir çeşit gizemli sinyal göndermelerinden değil; onların ayrı olmalarının bir hayal olması sebebiyle olduğuna inanmaktadır. Bu temel bağlantı, evrenin bütün yönleriyle enerji olarak bağlantıda olduğunun matematiksel kanıtı olan Beşinci Element’le ilişkilendirilebilir. Hal Puthoff, ‘Sıfır-Nokta Enerji’ isimli çalışmasında, evrendeki bütün yüklerin birbirleriyle bağlantılı olduklarını ve evrende olan herşeyin bir hayal olduğunu kanıtlamıştır. Ve bugünün modern fizik teorileri de, evrenin çeşit çeşit kısımlarıyla aynı bağlantıya sahip olduğunu iddia eden eski gelenekler ve filozofilerle aynı görüştedirler.
Bazı daha derin bir realite de, böyle parçacıkların başlı başına varlıklar olmadıklarını, fakat gerçekte temel aynı şeyin uzantıları olduklarını iddia etmektedir. Bohm, aşağıdaki örneği insanların ne demek istediğini daha iyi anlamalarını sağlamak için sunmaktadır: Akvaryumun içinde balık olduğunu hayal edin. Ayrıca akvaryumu direkt olarak göremediğinizi ve onun hakkındaki bilginizin ve içerisinde neyi kapsadığının iki televizyon kamerasından geldiğini, bir tanesinin akvaryumun önüne ve bir diğerinin de yanına yönlendirildiğini hayal edin. İki televizyon monitörüne dikkatle baktığınız zaman, her bir ekrandaki balığın başlı başına varlık olduğunu zannedebilirsiniz. Yine de, kameralar değişik açılara kurulu olduğu için; herbir imaj birbirinden hafifçe farklı olacaktır. Fakat iki balığı seyretmeye devam ettiğinizde, sonunda birbirleri arasında kesin bir ilişki olduğunun farkına varacaksınız. Biri döndüğü zaman, diğeri de hafifçe farklı fakat diğerine cevap veren bir dönüş yapacaktır; biri yüzünü öne döndüğü zaman, diğeri de her zaman yana doğru yüzünü dönecektir. Olayın bütün kapsamından habersiz olursanız,  balığın hemen bir diğeriyle bağlantı kurduğu sonucunu çıkarabilirsiniz; fakat durum açıkça bu değildir. Bohm; bunun, Aspect’in deneyindeki atomdan küçük parçacıkların birbirleri arasında tam olarak nelerin meydana geldiğini anlattığını söylemektedir. Bohm’a göre, atomdan küçük parçacıklar arasındaki  gözüken ışıktan-hızlı bağlantı; bize gerçekten bir sır olan, daha derin, akvaryum örneğine benzer şekilde sahip olduğumuzdan daha karmaşık bir boyutun realitesini anlatmaktadır. Ve, atomdan küçük parçacıklar gibi objeleri birbirinden ayrı olarak görüntülediğimizi, çünkü onların realitesinin sadece bir kısmını gördüğümüzü de ilave etmektedir. Böyle olan parçacıklar ayrı ‘’kısımlar’’ değillerdir; fakat daha derin ve daha temel olan, daha önce de gül örneğinde bahsettiğimiz gibi, holografik ve görünmez bir bütünlüğün birleşik gözlerinden bir gözdürler. Ve fiziksel realitede herşey bu şekilden oluştuğu içindir ki; evrenin kendisi de bir projeksiyon, hologramdır. Hayale benzer doğasına ilave olarak, böyle bir evren diğer şaşırtıcı özelliklere de sahip olabilir. Eğer atomdan küçük parçacıkların görünür ayrılığı bir hayalse; daha derin bir realite düzeyinde evrendeki herşey sonsuz olarak birbiriyle bağlantılıdır.
İnsan beynindeki karbon atomdaki elektronlar, yüzen her somon balığının içindeki atomdan küçük parçacıklarla da bağlantılıdırlar; atan her bir kalple, gökyüzünde parıldayan her bir yıldızla da bağlantılıdırlar. Herşey, herşeyi tamamen nüfuz eder ve insan doğası kategorize edip, sınıflandırıp, tekrar bölse de; evrenin fenomeninde, her pay bir gereklilik ve tüm doğa da dikişsiz bir ağdır.Holografik evrende, artık zaman ve uzay bile temel şeyler olarak görüntülenmez. Çünkü gerçekten de hiçbir şeyden ayrı olmayan, zaman ve üç-boyutlu olan uzay,TV monitörlerindeki balık imajları gibi olan şeyler, evrendeki yer bozulması gibi kavramlar da daha derin bir düzenin projeksiyonları gibi görüntülenmelidir.
Daha derin realite düzeyinde; geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek, anında var olan süper bir hologramdır. Bu bize uygun araçlar verildiğinde, birgün süper holografik realite düzeyine ulaşma ihtimalimizin bile olabileceğini ve uzun-unutulmuş geçmişten hadiseleri çıkarabileceğimizi ileri sürmektedir. Süperhologramın daha neleri kapsadığı ise sonuca bağlanmamış bir sorudur. Süperhologramın evrendeki herşeyi doğuran bir matriks, bir rahim olduğunu, en azından olan veya olacak olan atomdan küçük her parçacığı kapsamakta olduğunu— mümkün olan her madde ve enerjinin, kar tanelerinden, çok uzakta olan ve çok kuvvetli radyo dalgaları gönderen gök cisminden, mavi balinalar ve gama ışınlarına kadar olan bir yapılanması olduğunu varsayalım. O,‘’Olan Herşey’’in bir çeşit kozmik kaynağı olarak görülmelidir.Bohm, Süperhologram’da daha başka ne saklı olduğunu bilmemizin başka bir yolunun olmadığını kabul etmesine rağmen; daha başka şeyler kapsamadığını zannetmemize hiç bir sebep olmadığını söylemektedir. Veya söylediğine göre, belki de süperholografik realite düzeyi, ‘’daha ilerideki gelişimin sonsuzluğunun’’ ötesinde yatan ‘’sadece bir aşama’’dır.
Evrenin hologram olduğunun kanıtını bulan tek araştırmacı Bohm değildir. Beyin araştırma alanında bağımsız olarak çalışan, Stanford Üniversitesi Nörofizyoloğu Karl Pribram da realitenin holografik doğası hakkında ikna olmuştur. Pribram, holografik modele ‘hatıralar beyinde nasıl ve nerede saklanıyor’ bilmecesiyle girmiştir. Onyıllardır sayısız araştırmalar göstermiştir ki; hatıralar beyinde belirli bir yere bağlı kalmaksızın dağıtılmıştır.
1920’lerdeki dönüm noktası olan seri deneylerde beyin bilimadamı Karl Lashley, sıçanın beyninde hangi kısım alınırsa alınsın karmaşık işleri yapan hafızanın silinemediğini ameliyattan evvel öğrenmiştir. Tek problem, bu merak edilen ‘’her parçadaki bütün’’ hafıza saklama doğa mekanizmasını kimsenin bulamamış olmasıydı. Daha sonra 1960’larda Pribram holografi kavramına rastladı ve beyin bilimadamlarının ne aradıklarıyla ilgili açıklamayı bulduğunu farketti. Pribram, hatıraların nöronlarda kodlanmadığını; fakat küçük gruplar halindeki nöronlarda holografik imajı kapsayan bir film parçasının tüm alanıyla çaprazlama kesişen lazer ışığı çatışma örneklerinde de olduğu gibi; tüm beynin çaprazlama kesişen sinir dürtülerinde kodlandığına inanmaktadır. Bir başka deyişle, Pribram; beynin kendisinin bir hologram olduğuna inanmaktadır. Pribram’ın teorisi insan beyninin ne kadar küçük bir alanda, ne kadar çok hatırayı saklayabildiğini açıklamaktadır. İnsan beyninin normal bir insanın hayatında 10 milyar parça bilginin düzeninde saklama kapasitesine sahip olduğu tahmin edilmiştir (veya kabaca Britannica Ansiklopedisi’nin beş setindeki aynı miktardaki bilgi).
Benzer bir şekilde; diğer yeteneklerine ilave olarak, iki lazerin bir fotoğraf filmine açıyı değiştirip basitçe çarpmasıyla, hologramların şoke eden bilgi kaynağına sahip oldukları keşfedilmiştir. Birçok farklı imajı aynı yüzeyde kaydetmek mümkündür.Kanıtlanmıştır ki; bir filmin bir kübik santimetresi 10 milyar parça bilgiyi içine alabilir. Eğer beyin holografik prensiplere göre işlev yaparsa, hatıralarımızın o kocaman kaynağından hangi bilgiye ihtiyacımız olduğunu acayip bir şekilde yeniden kazanma yeteneğimiz daha kolay anlaşılır.
Eğer bir arkadaş size ‘’zebra’’ kelimesini duyduğunuzda aklınıza ne geldiğini söylemenizi sorarsa, siz cevabı bulmak için beyinsel, dev gibi olan o alfabetik dosyaya dönüp, beceriksizce araştırmak zorunda kalmazsınız.Bunun yerine; ‘’çizgili’’, ‘’ata benzer’’, ve ‘’Afrika yerlisi hayvan’’ ilişkilendirmeleri anında beyninizde açılır. Hatta, insan düşünme süreciyle alakalı en şaşırtıcı şeylerden biri de her parça bilginin anında diğer her parçayla çapraz-bağlantılı olmasıdır—bu da bir diğer kendine özgü hologram özelliğidir.Çünkü; hologramın her bir parçası her bir diğer parçayla sonsuz bir şekilde bağlantılıdır, bu belki de doğanın çapraz-bağlantılı sisteminin en önemli örneğidir.
Hafızanın kaynağı, Pribram’ın holografik beyin modelinin ışığında daha çözülebilir olan tek nörofiziksel bulmaca değildir. Bir diğeri de beynin duyular yoluyla frekans kümelerini algılarımızın somut dünyasına nasıl çevirebildiğidir (hafif frekanslar, ses frekansları ve buna benzer olanlar). Şifreleme ve şifrelemeyi çözme, açıkça hologramın en iyi yaptığı şeylerdir. Hologramın lens gibi işlev görmesi gibi, çeviren bir aygıt da manasız bulanık frekansları uyumlu bir imaja çevirebilir. Pribram, ayrıca beynin  bir lens ihtiva ettiğini ve holografik prensipleri de duyular aracılığıyla aldığını ve algılamalarımızın iç dünyasını da matematiksel  frekanslara dönüştürdüğüne inanmaktadır. Şaşırtıcı kanıt, beynin işlemlerini yürütebilmesi için holografik prensipleri kullandığını ileri sürmektedir. Pribram’ın teorisi, aslında nörofizyolojistler arasında artan bir destek görmektedir.
Arjantinli-İtalyan araştırmacı Hugo Zucarelli, şimdilerde holografik modeli işitme duyusuyla ilgili fenomen dünyasının içine yaymıştır. İnsanların tek kulakla duysalar bile kafalarını oynatmadan seslerin yerlerini bulabilmeleri gerçeğiyle hayrete düşmesiyle Zucarelli, holografik prensiplerin bu yeteneği açıklayabildiğini keşfetmiştir. Zucarelli, ayrıca akustik olayları neredeyse beceriksizce bir gerçeklikle çoğaltan bir kaydetme tekniği olan holofonik ses teknolojisini de geliştirmiştir.
Pribram’ın inancı olan beyinlerimizin ’sert’’ realiteyi matematiksel olarak frekans alanındaki girdiye dayanarak inşa etmesi, yüksek düzeyde destek görmüştür.Her bir duyumuz, önceden şüphelenilenden daha geniş bir şekilde bir frekansa hassasiyet gösterir. Araştırmacılar keşfetmiştir ki; mesela, görsel sistemlerimiz ses frekanslarına hassasiyet gösterir, koklama kısmı olan duyularımız ‘’kozmik frekanslar’’ olarak adlandırdıklarımıza bağlıdırlar ve  hatta vücudumuzdaki hücreler bile geniş alandaki frekanslara hassastırlar. Bu şekilde olan bulgular, böyle frekansların holografik etki alanının sadece bilincimizde sıralanmış olduğunu ve geleneksel algılara bölündüğünü ileri sürmektedir. Fakat Pribram’ın holografik beyin modelinin zihni en tereddüt ettiren yönü, Bohm’un teorisiyle bir araya konulduğu zaman ne olduğudur.Dünyanın somutluğu ikincil bir realiteyse ve bu da aslında holografik bulanık olan frekanslarsa ve beyin de bir hologramsa ve bu bulanıklıktan yalnızca bazı frekansları seçiyorsa ve matematiksel olarak onları duyusal algılamalara dönüştürüyorsa; objektif realite ne olur? Basitçe söylersek, varlığı sona erer.
Doğu dinleri, uzun zamandır madde dünyasının Maya olduğunu, yani bir hayal olduğunu ve fiziksel dünya aracılığıyla taşınan fiziksel varlıklar olduklarımızı ve bunun da bir hayal olduğunu savunmaktadırlar. Bizler gerçekten de frekansın kaleydeskopik denizi aracılığıyla yüzen ‘’alıcılarız’’, ve bu denizden çıkardığımız ve fiziksel realiteye dönüştürdüklerimiz ise  yalnızca süperhologramın pek çok parçasındaki bir kanalından başka birşey değildir.
Bu dikkati çeken yeni realite penceresi; yani Bohm’un ve Pribram’ın görüşleri, holografik örnek olarak adlandırılmış ve pek çok bilimadamı bu görüşü şüpheci bir tavırla karşılasa da; diğerlerini de harekete geçirmiştir. Küçük fakat artan bir grup araştırmacı, bunun şimdiye kadarki en doğru realite modeli bilim olduğuna inanmaktadırlar. Bundan da fazlası, bazıları bu görüşün bilim tarafından şimdiye kadar açıklanamamış bazı gizemleri çözebileceğine ve hatta doğanın bir parçası olarak alışılmamış olanı inşa edeceğine inanıyorlar. Pek çok araştırmacı, Bohm ve Pribram da dahil, pek çok alışılmamış-psikolojik fenomeninin holografik örnekle çok daha anlaşılabilir olduğuna işaret etmişlerdir.

Kişilerin beyinlerinin aslında daha büyük bir hologramın bölünmez parçaları olduğu ve herşeyin sonsuz olarak
birbirine bağlantılı olduğu bir evrende; sadece telepati, holografik düzeye erişme yolu olabilir. Daha uzak bir noktada bir bilginin kolayca nasıl ‘A’ kişisinin zihninden ‘B’ kişisinin zihnine seyahat edebildiğini anlamak, besbelli ki çok daha kolaydır ve psikolojideki pek çok çözülmemiş bulmacayı anlamaya yardımcı olur.
Buna benzer bir şekilde Stanislav Grof; holografik modeli, değiştirilmiş bilinç düzeylerinde kişiler tarafından deneyimlenen pek çok şaşırtıcı fenomenin açıklamasına bir örnek olarak önermektedir.1950’lerde, psikoterapik aracın LSD olduğuna dair olan inançlar hakkında araştırmalar yapılırken; Grof’un, birdenbire tarihöncesi bir sürüngen cinsi kimliğine sahip olduğunu zanneden bir bayan hastası vardı.Halüsinasyon esnasında, hasta yalnızca böyle bir şekle sahip olmanın zengin detayını vermekle kalmadı; ayrıca yaratığın erkek anatomisinde, başının yan tarafında renkli pullardan bir yama olduğuna da işaret etti.Grof’u şaşırtan  şey, kadının böyle şeyler hakkında bir bilgiye sahip olmamasına rağmen; daha sonra zoologla yapılan konuşmada sürüngenlerin bazı türlerinde baş kısmındaki renkli bölgenin seksi tahrik edici, tetikleyici olarak gerçekten önemli rol oynadığını teyit etmiş olmasıdır.Kadının deneyimi benzersiz bir deneyim değildi. Araştırması esnasında, Grof geri giden ve evrim ağacındaki neredeyse her bir türü tanımlayan hasta örnekleriyle karşılaştı (araştırma bulguları, ‘Değiştirilmiş Haller’ filmindeki maymun adamı etkilemekte yardımcı olmuştur). Daha da fazlası, sık sık karmaşık zoolojik detaylar kapsayan böyle deneyimlerin doğru olduğunu keşfetti.Hayvanlar krallığındaki ilişkilenimler, Grof’un rastladığı tek şaşırtıcı psikolojik fenomen değildi. Onun ayrıca kollektif veya ırksal davranan hastaları da vardı. Eğitimsiz olan veya az eğitimi olan kişiler ansızın detaylı Zerdüşt cenaze törenlerinden ve Hindu mitolojisinden görüntüler anlatmaya başladılar.Deneyimin başka kategorilerinde; kişiler bedenden giriş-çıkış yolculuk hikayelerini, geleceğin görünen kısa bakışını, geçmiş-hayattan yeniden dirilişleri ikna edici bir şekilde anlattılar. Daha sonraki araştırmada Grof; uyuşturucu kullanılmayan terapi seanslarında aynı dağılımdaki fenomeni keşfetti. Çünkü; bu şekilde olan deneyimlerdeki genel öğe, kişinin bilincinin alışılmış ego veya uzay ve zamandaki sınırlarının ötesinin üstüne çıkmış gözükmesiydi. Grof, bu bulguları ‘’kişisel üstünlük deneyimleri’’ olarak adlandırmış ve 1960’ların sonlarındaki araştırma çalışmalarını da ‘’kişisel üstünlük psikolojisi’’ olarak adlandırmıştır. Bu da psikolojinin bir dalının keşfedilmesine yardımcı olmuştur.Grof’un yeni kurduğu Kişisel Üstünlük Psikolojisi Kurumu, kısa zamanda aynı düşüncelere sahip bir profesyonel grubunun toplanmasına neden olmuştur. ‘Kişisel üstünlük psikolojisi’, psikolojinin saygın dalı olmasına rağmen; Grof veya  çalışma arkadaşları şahit oldukları bu tuhaf psikolojik fenomeni açıklamak için herhangi bir mekanizma sunamamışlardır. Fakat bu, holografik örneğin gelişiyle değişmiştir.
Grof’un yakın zamanda işaret ettiği gibi eğer zihin devamlılığın gerçekten bir parçasıysa; yalnızca var olan veya var olmuş her bir diğer zihne bağlı olmakla kalmayıp her atoma, organizmaya bağlı bir labirentse; uzayın ve zamanın enginliğinde bir bölgeyse; o halde, zaman zaman bu labirentin içine baskınlar yapabilmesi ve kişisel üstünlük deneyimlerine de sahip olması artık tuhaf gözükmemelidir. Belki de Realiteyi yaratmada, Star Trek Gelecek Jenerasyon’da olduğu gibi, ‘Devamlılığın Q’su’ haline geldik veya virtüel realitenin deneyimi olan bilincin bir parçasıyız.
Holografik örnek, ayrıca biyoloji gibi sert bilim dalı olarak adlandırılan bilimler için de içeriklere sahiptir. Virginia Intermont Üniversitesi’nden bir psikolog olan Keith Floyd, eğer realitenin somutluğu yalnızca bir holografik hayalse; beynin bilinci ürettiğini söylemenin artık doğru olmadığına işaret etmiştir. Onun yerine, bilinç, beynin görünümünü yaratandır. Beden ve etrafımızdaki fiziksel olarak yorumladığımız herşeyi de o yaratır. Biyolojik yapıları görüntülediğimiz böyle bir yol, araştırmacıların ilaç ve anladığımız iyileşme sürecinin holografik örnekle dönüştürülebileceğine işaret etmelerine sebep olmuştur. Eğer gözüken bedenin fiziksel yapısı bilincin holografik projeksiyonuysa; sağlığımız için herbirimizin şimdiki tıbbi ilmin izin verdiğinden daha fazla sorumlu olduğumuz anlaşılır. Şimdiki mucizevi türden hastalığın hafifleme bakış açısı, belki de bedenin hologramında değişiklikleri etkileyen bilince bağlı olabilir. Benzer bir şekilde; tartışmalı görselleştirme gibi olan yeni iyileştirme teknikleri iyi çalışabilir, çünkü imajlar düşüncenin holografik etki alanında nihayetinde bir ‘’realite’’ kadar gerçektir.Hayaller ve ‘’sıradan olmayan’’ deneyimlerin realitesi bile holografik örnekle açıklanabilir hale gelmiştir.
Biyolog Lyall Watson, ‘’Bilinmeyen Şeylerin Hediyeleri’’ adlı kitabında ayin dansı yaparak tüm korudaki ağaçları havaya uçuran, yok eden Endonezyalı şaman bir kadınla olan tanışmasını anlatmaktadır. Watson, kendisi ve diğer hayrete düşmüş olan seyircinin kadını izlemeye devam ettikçe; ağaçların yeniden belirmesini ve kaybolup yeniden belirmelerini ardı ardına birkaç defa izlediklerini anlatmaktadır.Şimdiki bilimsel anlayış, böyle olayları açıklayamamasına rağmen eğer ‘’sert’’ realite yalnızca bir holografik projeksiyonsa; böyle deneyimler daha savunulabilir olmaktadır. Belki de bizim ‘’burada’’ veya ‘’burada değil’’ gibi katıldığımız şeyler gerçek değildir; çünkü bizim fikir birliğine vardığımız realite, bütün zihinlerin sonsuz olarak birbirine bağlandığı insan bilinçsizlik düzeyinde formüle edilmiş ve tasdik edilmiştir. Eğer bu gerçekse, bu hologramın şimdiye kadarki en derin göstergesidir, çünkü sadece Watson’ınki gibi olan deneyimler sıradan değildir.Zihinlerimizi onları öyle yapan inançlarla programlamadık.
Holografik evrende, realitenin dokusunu değiştirici boyutta limitler yoktur. Realite olarak algıladığımız şey, sadece herhangi istediğimiz bir resmi üzerinde çizmemizi bekleyen tuvaldir. Zihin gücüyle kaşıkları bükmekten, rüyada olan hayal olaylarını Yaqui brujo don Juan’la karşılaştığında ‘sihir bizim doğuştan gelen hakkımız’ olduğu için deneyimleyen Castaneda’ya kadar herşey mümkündür; rüyalarımızda gördüğümüz hesaplamak istediğimiz realiteyi hesaplama kabiliyetimiz kadar mucizevidir. Realite hakkındaki en temel düşüncelerimiz gerçekten de şüphe haline dönüşür. Çünkü holografik evrende, Pribram’ın da işaret ettiği gibi; tesadüfi olan olaylar bile holografik prensiplere dayalı olarak görülmeli ve buna göre karar verilmelidir. Senkronlar veya anlamlı raslantılar aniden anlam kazanır ve realitedeki herşey mecaz olarak görülmelidir. En rastgele olan olaylar bile altında yatan simetriyi ifade edecektir.
Bohm ve Pribram’ın holografik örneği bilimde kabul görse de görmese de veya onlar öldükten sonra kabul görse de, şunu söylemek sağlamdır ki; bu örnek düşünen pek çok bilimadamında şimdiden bir etki yaratmıştır.Ve holografik modelin, atomdan küçük parçacıklar arasında anında ileri geri haberleşme kurduğunun açıklamasını iyi şekilde yapamadığı bulunsa da; en azından, Londra’daki Birbeck Üniversitesi’ndeki fizikçi Basil Hiley’nin işaret ettiği gibi, Aspect’in bulguları gösteriyor ki; ‘’Biz, radikal bir şekilde yeni realitenin görüşleri üzerinde düşünmeye hazırlıklı olmalıyız.’’

Maddeyi zihnin-beynin dışında olarak düşünmek aslında bir aldatmacadır. Algıladıklarımız yapay kaynaktan geliyor olabilir. Bunun beynimizde nasıl gerçekleştiğini bir örnekle görebilmek mümkün…
Önce, düşünelim ki beynimizi vücudumuzun dışına çıkarıp, canlı olarak bir cam küpün içinde tuttuğumuzu düşünelim ve bir de buna her türlü bilginin kaydedilebileceği bir bilgisayar bağlayalım ve son olarak ortama
ait olan görüntü, ses ve koku gibi tüm verileri bu bilgisayara aktaralım ve bu bilgisayarı elektrodlarla beynimize bağlayalım ve daha önceden kaydedilmiş datayı bilgisayardan beynimize iletelim. Beynimiz bu sinyalleri almaya başladığında, bu manzarayı görüp, yaşamaya başlayacaktır.
Bu bilgisayardan, kendi görüntümüzün içerdiği sinyalleri de beynimize yollayabiliriz. Örneğin, beynimize görme, duyma, dokunma gibi duyu organlarının elektriksel karşılığını yollayabiliriz ve bu sinyaller bizim sanki bir masada oturuyormuş gibi algılamamıza yol açar. Yani beynimiz bize sanki bir işadamıymışız da ofiste oturuyormuşuz hissini uyandırır. Bilgisayardan bu uyarılar geldiği sürece bu hayali dünya devam edecektir ve biz hiç bir zaman beyinden ibaret olduğumuzun farkına varamayacağız! Aslında herhangi maddesel karşılık olmaksızın bir şeyin gerçek olduğuna inanmamız, beynimizin aldatmacalarına kanmamız oldukça kolaydır. Aslında rüyada da olan budur!
Rüyalardaki Alem-Dünya
Sizler için gerçek elle tutulan ve gözle görülendir! Rüyalarınız da ellerinizle dokunur ve gözlerinizle görürsünüz. Ama hakikatte dokunmak için ele ya da görmek için göze ya da başka hiç bir şeye gerek yoktur!
Rüyada maddesel olarak algıladıklarınız bir aldatmacadır.
Örneğin yatağında derin bir uykuda olan bir insan düşünelim. Bu insan rüyasında kendisini tamamen bambaşka bir dünyada görebilir. Kendisini bri pilot olarak ve devasa bir uçağı kullanırken görebilir ve hatta bu uçağı uçurmak için çok fazla çaba sarfederken görebilir kendini. Aslında bu insan yatağından bir adım bile dışarı çıkmamıştır. Rüyalarında değişik yerleri ziyaret edebilir, arkadaşları ile buluşabilir ve onlarla sohbet edebilir, onlarla birlikte yemek yer ve içebilir ve bunların sadece bir rüyadan bir algılamadan ibaret olduğunu rüyadan uyandığında fark eder. Eğer bizler rüyalarımızda kolaylıkla gerçek olmayan bir dünyada yaşabiliyorsak, aynı şey bu yaşadğımız dünya için de geçerli olabilir!
Bir rüyadan uyandığımızda yaşadığımız hayatın uzun bir rüyadan ibaret olduğunu düşünmek hiç de mantıksız değil! Rüyamızın güzel olduğunu ve hayatımızın da gerçek olduğunu düşünmek alışkanlıklarımızın ve önyargılarımızın ürünüdür!
Bu bize şunu anlatmaktadır: Dünyada yaşadığımızı sandığımız bir rüyadan uyanabileceğimizi!…
tıpkı rüyadan uyandığımız gibi!…
Algılayan Kim?
Tüm bu fiziksel gerçeklerden sonra öncelikli bir soru ortaya çıkmakta: Eğer tüm fiziksel olaylar özünde algılamadan ibaret ise beynimiz ne oluyor? Tıpkı kolumuz, ayağımız ya da herhangi nesne gibi
beynimiz de madde olduğuna göre, o da tıpkı diğer nesneler gibi bir algılamadan ibaret olmalıdır!
Bu konuyu daha iyi anlamak için bir örnek verelim…
Sinirleri genişleterek beynimizi kafamızdan dışarı çıkardığımızı ve gözlerimizle görebileceğimiz bir yere koyduğumuzu farz edelim. Bu durumda beynimizi görüp, parmaklarımızla ona dokunabiliceğiz. İşte bu yolla beynimizin görme ve dokunma duyularından oluşmuş bir algılamadan ibaret olduğunu göreceğiz.
O zaman gören, duyan ve algılan ve diğer duyuları irade eden beyin değil ise, ne? Gören, dokunan, koklayan, algılayan kim? Düşünen, akıl yürüten, duygulara sahip olan daha da ötesi “Ben BENİM” diyen kim?
Çağımızın en önemli düşünürlerinden Karl Pribram da aynı soruyu sormakta…
Yunanlılardan bu yana filozoflar “makinadaki hayalet”, “küçük adamın içindeki küçük adam” vs.diye düşündükleri “ben” nerededir?”, beyni kullanan kimdir? Bilme işini gerçekleştiren kimdir?
Bu sorgulamanın benzerini de Assisili Aziz Francis de şöyle dillendirmiştir:”
Aradığımız GÖREN ‘dir.
Aslında beyni kullanarak gören, hisseden bu metafizik varlık RUHtur! Madde dünyası dediğimiz bütün algıları ile RUHun seyrettiği bir hayalden ibarettir! Tıpkı rüyalarımızda gördüğümüz bedenlerimizin ve maddesel dünyaların maddesel bir gerçekliğe sahip olmadıkları gibi evren ve sahip olduğumuz bedenlerimiz de hiç bir fiziksel gerçekliğe sahip değiller! Gerçek ve mutlak varlık RUH’tur. Madde ise ruhun algılamalarından ibarettir.
Evet, biz maddenin gerçek olduğuu varsaysak bile, fizik, kimya ve biyoloji kanunları bizi bir gerçeğe yöneltmekte o da “madde hayalden ibarettir” ve bu metazfiziksel maddenin kaçınılmaz bir gerçekliğidir.
İşte bu maddenin ardındaki sırdır. Bu geröek o kadar nettir ki bu maddenin mutlak varlık olduğunu düşünen bazı materyalist bilimadamlarını telaşa düşürmektedir.
Bilim yazarı Lincoln Barnett “Evren ve Einstein” adlı kitabında şöyle demekte: Filozoflar, objektif gerçekliği algıların gölge-dünyasına indirgerlerken, bilimadamları da insanın duyularının endişe verici sınırlılığının farkına varmışlardır.
Lincoln Barnett, Evren ve Dr. Einstain, William Sloane new York, 1948, sayfa17-18
Tüm bu gerçekler bizi çok net bir soru ile karşı karşıya getirmekte: eğer kabul ettiğimiz maddesel dünyaruhumuza verilmiş algılamalardan ibaret ise, bu algılamalrın kaynağı nedir?
Bu soruyu cevaplarken bir gerçeği de göz önünde bulundurmalıyız o da madde kendi tarafından yönetilen bir varlık olmayıp sadece bir algıdır. O zaman bu algı başka bir güç tarafından meydana gelmektedir.
Bu da onun yaratılmış olduğu anlamına gelir. Daha da ötesi bu yaradılış sürekliliği olan bir şeydir.
Eğer sürekli ve tutarlı bri yaradılış olmazsa madde diye tanımladığımız kaybolur ve yok olur.
Bu tıpkı televizyondaki durum gibi…televizyondaki görüntü sinyal ulaştığı sürece vardır.
Eğer sinyal yayını durursa o zaman televizyondaki görüntü de gider.
Gerçek Mutlak Varlık
O zaman dünyayı, insanları, bitkileri, bedenlerimizi ve diğer tüm şeyleri görmemizi sağlayan ruhları kim yarattı? Çok net olan şey tüm evreni yaratan, tüm algılaların toplamı ve bu yarışı sürekli ve görünmez bir şekilde yapan “Üstün BİR Yaratıcının” olduğudur. Bu Yaratan o kadar muhteşem yaratan mutlaka sonsuz bir güce ve akla
da sahip olmalıdır. Dolayısıyla tüm algılamalar onun iradesine bağlı olmalıdır ve yarattığı her şeye, her an
O hükmetmelidir.

23 Ekim 2013 Çarşamba

Maji Nedir? Ateşte Yürüyüş

Maji Nedir? Ateşte Yürüyüş


Dünyadaki majikal gelenekler baş döndürücü çeşitlilikte yöntemler, uygulamalar ve yordamlar içerirler. İlk bakışta, Haiti’de uygulanan bir Vudu seremonisinin çalan davulları ve cart renkleriyle Japonya’da bir tapınakta bir ezoterik Budist majisyenin çalışma sırasındaki eksiksiz meditasyon sessizliği ya da bu açıdan baktığımızda, yukarıdakilerden biriyle Altın Şafak tradisyonunda çalışan bir majisyenin titreştirdiği erk sözleri, stilize edilmiş işaretleri, uçuşan cübbeleri ve işlemeli çalışma araçları arasında çok az ortak şey var gibi görünür. Oysa, görünür farklara rağmen, daha derin bir bağlantı, bu uygulamayıcıları ve çalışmalarını birbirine bağlar. Bu bağlantı ritüeldir.

Hiçbir majikal geçmişi olmayanlar için bile ritüel fikri, majinin ne olduğu veya majisyenlerin ne yaptığı konusunda merkezi bir öneme sahiptir. Majikal düşüncenin ne olduğuna dair fikrini gazetelerin cumartesi eklerindeki karikatürlerden veya pazar eklerinin kilise müdavimlerinin ayıpladığı daha aptal karikatürlerinden alan birçok modern Amerikalı için bile maji işaretler, sözler, özel nesneler ve tuhaf eylemlerle yapılır. Bu vasat fikir, majinin gerçeklerine dayanır. Her ne kadar maji kısmı ritüelden daha ağır bassa da, ritüel sanatı dünyanın hemen tüm tradisyonlarında majikal tekniğin kalbini oluşturur.

Ritüeli sembolik eylem diye tanımlayabiliriz. Bir sembol — bu kelime felsefenin belli başlı temalarının yarısının tartışılmasını gerektirse de, bu tartışmalara şimdilik girilmeyecek — başka bir anlama gelen şeydir; bir ilişkiyi, bir anlam ilişkisini, sembol ile sembolize edilen şey arasındaki ilişkiyi tanımlar. Ay’ı işaret eden parmakla Ay aynı şey değildir, fakat o hiçbir şeye işaret eden bir parmakla da aynı şey değildir. Aynı şekilde sembol de ne sembolize ettiği şey, ne de sadece sembolün kendisidir. Başka bir boyutu, (şimdilik) bilinç âlemi veya dünyası diyeceğimiz yerde var olan bir anlam boyutu vardır.

İnsanlar sembolize eden yaratıklardır; dillerimiz, sosyal yapılarımız, dünyayı kavrayışımızı gösteren fikirler ve imgelerin hepsi semboldür. Bizatihi dünyaya dair algılarımız, duyularımızın, beyin yapılarımızın ve düşünce süreçlerimizin filtresinden geçtiği için dışımızdaki gerçekliğin sembollerinden başka bir şey değildir. Eğer ritüel sembolik eylem olarak tanımlanırsa, beşeri eylemlerin büyük bir çoğunluğu ritüeldir. Gerçekten de insan davranışlarını gözlemlemeye ayrılacak küçük bir vakit bunun gerçek olduğunu gösterir.

Kuşkusuz gündelik hayatın ritüelleri çoğu zaman tam farkına varılmayan, alışkanlıksı bir doğaya sahiptir. Ses ile fikir arasındaki bağların sembolik, soyut doğasını düşünmeden konuşur, bir zamanlar hiç kimsenin hazır bir silahı olmadığını gösteren bir işaret anlamına geldiğini unutarak el sıkışırız. Sembol ile anlam arasındaki fark edilmez bağlantı sık sık olduğu yerde kalmaya ve hiç akla gelmeyen bir sürü yolla beşeri tecrübeyi ve davranışı biçimlendirmeye devam eder.

Ritüel ve onun altındaki anlam ilişkileri incelendiği ve bilinçli bir şekilde kullanıldığı zaman önümüzde bir dizi olanak belirir. Bu olanaklar majinin birçok yöntemini içerirler. Dünyamaji tradisyonları devasa çeşitlilikte araçlar, teknikler ve yaklaşımlar içerse de, sembolizm ve sembolik eylem — yani ritüel — majisyenin araçlarının en önemli unsurunu oluşturur.

Bu yüzden ritüele hâkim olmak, insan bilincinin gizli devasa potansiyellerini, birçok insanın bugünlerde beşere özgü olduğunu düşündüğü sınırların çok ötelerine giden potansiyelleri kullanabilmenin muhtemel en önemli yolunu sunar.



Tecrübe Modelleri

Ritüel majiyi incelemeye başlarken, yararlı herhangi bir şey yapabilmek için aşılması gereken en az bir temel engel vardır. Bu engel, dünya hakkında modern biçimde düşünmenin bazı en temel unsurlarından inşa edilmiştir. Modern Batıdaki acemi majisyene, Batı dışındaki birçok ülkedeki majiyi hayatın bir parçası olarak görerek büyüyen kimi majiöğrencilerinden farklı olarak, dünyayı majiye hemen hiçbir yer tanımayan biçimlerde algılama öğretilmiştir.

Son birkaç asırdır majiyi modern Batı dünya görüşünün çatlaklarına ve boşluklarına yerleştirmenin bir yolunu bulma projesine epey bir düşünsel emek harcanmıştır. Bu projeye dair hayli kabul gören bir yaklaşım majiyi, genellikle Carl Jung’un arketip kuramlarına bağlı kalarak psikoloji olarak yorumlamaktadır; bir zamanlar daha popüler olan bir yaklaşım ise majikal eyleme ortam oluşturan henüz keşfedilmemiş bir enerji veya madde varsaymaktaydı Bu tür teorileştirmenin bir gerçeklik payı olsa da, farklı bir yaklaşım için söylenebilecek çok şey var: dünya hakkında başka bir yolla düşünmeyi öğrenmek. Majisyenin yoluyla.

Bunu yapabilmek için, dünyayı anlamak için kullandığımız modellerin gerçekte oldukları şeyi, yani modeller olduklarını hatırlamak zaruridir. Modeller bir gerçekliğin haritasıdırlar, gerçekliğin kendisi değil. Bilimsel maddecilik modeli fiziksel madde ve enerjinin etkileşimini anlamak için çok iyi bir haritadır, fakat birçok başka amaç için çok kötü bir haritadır. Bu modeli majiyi veya hayatın geri kalanını anlamak için kullanmak, jeolojik şekilleri veya bitki örtüsünü anlamak için karayolları haritasını kullanmaya benzer. Fakat bu, elimizdeki haritanın bir yetersizliği değildir, beşeri tecrübe evreni herhangi bir haritanın, herhangi bir yorum dizgesinin olabileceğinden çok daha karmaşıktır.

Ayrıca, işin başındayken tecrübe dünyası hakkında majisyenin bakış açısıyla düşünmek, bir haritadan diğerine geçişin huzursuz edici bir deneyim, bazen de çok rahatsız edici bir şey olduğunu anlamak açısından önemlidir. Toplumumuzda mutlak hakikat olarak pazarlanan çeşitli aşırı inanç sistemleri cazibesini bu gerçekten alır. Bu sistem ister modern bilimin soyut maddeciliği ister kimi dini dogmaların gelişigüzel buyrukları olsun; hiçbir bir haritanın kapsayamayacağı, bütünlüğü içinde kavranması insan zihnini aşan bir evren görüsü karşısında kişiyi rahatlatan bir inanç sistemine sığınmak çok kolaydır. Ne var ki ona sarılanı rahatlatan kesinlik vaadi son tahlilde bir yalandır.

Aynı şekilde burada inceleyeceğimiz dünya modeli nihayetinde yalnızca bir modeldir. Beşeri tecrübenin kimi alanlarına uygulanabilirken, kimilerine pek uygulanamaz. Herhangi bir anlamda bizatihi hakikat değildir, onu böyle anlamak potansiyelinin çoğunu boşa harcamak olur. Yine, bu modelde önemli bir rol oynayan şeylerin ve varlıkların birçoğu (varlık düzeyleri ile eylem kiplikleri, elementler ile âlemler, Küreler ve Yollar, ruhlar ve melekler, Erk isimleri) elektronlardan veya Gayri Safi Hasıla’dan daha gerçek değildir. Bunlar her gün tecrübe ettiğimiz evrenin sübtil yönlerinden bahsetme yollarıdır. Güçleri de buradan gelir, ister mevcut olsunlar ister olmasınlar, Aleister Crowley’in sevdiği bir ifadeyle, evren gerçekten de sanki bunlar işe yarıyormuş gibi işler.

Bu noktayı aklımızda tutarak, kültürümüzün mevcut dünya imgesinin bildik topraklarıyla majinin barındığı yasak âlemleri birbirinden ayıran tartışmalı ülkelerden geçen yolculuğumuza başlayabiliriz. Bunu yaparken, Altın Şafak’ın kurucularının ve adeptlerinin bile nadiren dokundukları bir zemin üzerinde gezineceğiz. Altın Şafak sisteminin mükemmelliği onun uygulamalı yöntemlerinden gelir, bu yöntemlerin ardındaki teori ve felsefe cemiyet içinde nadiren tartışılmıştır. Altın Şafak’ın devamı birkaç grubun bu alanda vereceği daha çok şey vardır. Majikal uygulamanın bağlamı ve anlamı, Altın Şafak’ın içinden yükseldiği -Rönesans’ın büyük majikal canlanışından kadim zamanlara uzanan- majitradisyonlarında bulunabilir.

O halde Altın Şafak majisinin temelindeki dünya modelini araştırmanın bir yolu, Kabalacı, Hermesçi ve Yeni-Platoncu filozofların ve mistiklerin eserleri arasında seyahatten geçer. Bu konular bile bir kitabı doldurmaya yeterlidir. Fakat bulunan şeylerin büyük bir kısmının ritüelmaji uygulamasıyla çok az doğrudan ilişkisi olacaktır. Neyse ki evrenin majikal modeline farklı bir rotadan yaklaşma imkânı vardır. Burada kişi keşfine, kadim tradisyonlardan veya düşünce sistemlerinden değil, evreni her an tecrübe ediş biçimimizin basit gerçekliklerinden başlar.



Algıladığımız Dünya

Modern Batı kültürüne egemen olan evren haritalarının en önemli parçalarından biri, “gerçek dünya”nın tümüyle madde ve enerjiden yapıldığı, bilinç dediğimiz şeyin ise beyin denilen belli et yığınlarının içinde olup biten tuhaf bir fenomen olduğu fikridir. Modern insanların çoğu için sağduyunun söylediği şey olan bu nosyon, aslında, evren hakkındaki gelişigüzel seçilmiş inançlar koleksiyonundan yükselir. Bu inançlar öğrenilmek zorundadır ve ancak hayli yaygın bazı insani tecrübeler yok sayıldığında bir anlam ifade ederler.

Bir süre için neyin “gerçek” neyin gerçek olmadığına dair bildik hipotezleri bir kenara bırakmalı ve çok daha temel bir sorudan hareket etmeliyiz. İnsanlar, evren dediğimiz bu karmaşık şey hakkında ne tür algılara sahipler? Algıladığımız şey, en temel düzeyde, nedir?

İlk olarak, bilince görme, işitme, tatma, dokunma ve koku duyuları vasıtasıyla gelir görünen algılar gelir. Bunlar modern düşüncenin “gerçek dünya” hakkında malumat olarak sınıflandırdığı şeylerdir.

İkinci olarak, modern İngilizcede dile getirilmesi çok güç olan, fakat birçok başka kültürün üyesinin çok iyi bildiği, olağan duyuların sübtil formları aracılığıyla gelir görünen algılar vardır. Eğer ellerinizi iyice sallar, sonra avuçlarınızı çukurlaştırarak parmaklarınızı birleştirip yavaş yavaş ve derin bir şekilde nefes alırken ellerinizi birbirine yaklaştırıp uzaklaştırdığınızda algılayabileceğiniz türden bir tecrübe türüdür bu.

Bu algılar belirli yollarla maddi duyularla ilişkili görünür, çünkü bu çok daha ince duyularla algılanan birçok şey –ama hepsi değil- fiziksel tecrübe âlemindeki şeylerle ilişkilidir. Belli bir nesne, özel bir yer ve kimi kiler, tıpkı değişmeyen fiziksel görünüşleri gibi, değişmeyen bir “duygu” veya “enerji”ye sahiptir.

Üçüncü olarak, aşağı yukarı yine duyusal biçimler alan — sözlü veya yazılı sözler, imgeler vs. — fakat duyularla algılanan dünyadan bağımsız gibi görünen algılar vardır. Bu algılar, bilinçte akıp giden bir monolog gibi, az çok süreklidirler. Dünyaya modern bakışımız bu algıları düşünceler, duygular, algılar, gündüz düşleri vs. olarak sınıflar.

Dördüncü olarak, duyusal biçimler almayan, duyularla algıladığımız dünyadan bağımsız olan, fakat yine de bu dünyayı yapısını belirlemede belirli bir role sahipmiş gibi görünen algılar vardır. Bunlar belirli bir düzenlilik algılama olarak tanımlanabilir. Örneğin aynı şeye eşit olan iki şeyin, birbirine eşit olacağı fikri. Modern düşüncenin mantık kuralları, matematik ve (belli bir dereceye kadar) doğa dediği şey, bu kategoriye girer.

Beşinci ve son olarak, bazen “mistik” denilen algı türleri vardır. Bu algılar duyulardan veya duyusal biçimlerden veya herhangi bir önceki tecrübeye benzerlik içermeyen algılardır. Evrenin bir birlik olarak algılanmasını ve bireysel benliğin bu birlikle ilişki içinde algılanmasını içerir gibidirler.

Mümkün beşeri tecrübelerin tayfı, elbette başka şekillerde sınıflandırılabilir. Fakat bu beşli sınıflandırma yukarıda bahsedilen modern “sağduyu”ya dair yararlı bir perspektif sunar. İncelediğimiz sınıflandırmalar açısından bakarsak, modern düşünce biçimi bu tecrübelerden birini — duyulardan geleni — tek “gerçek” tür olarak belirler ve onun madde ve enerjinin “gerçek” dünyasını yansıttığını ileri sürerek, diğer bütün tecrübe türlerini, bu birinci türün yan ürününden başka bir şey olmadığı hasebiyle bir kenara atar. Mantıksal olarak bakıldığında, haklı çıkarılması çok zor bir şeydir bu.

Duyusal tecrübe dünyasının nesnel olduğu için — yani farklı insanlar tarafından aynı şekilde tecrübe edildiği için- gerçek olduğu iddia edilir; diğer bütün tecrübe türleri ise özneldir — yani farklı insanlar tarafından farklı şekilde tecrübe edilir. İddia her ne kadar genel kabul görse de, doğru değildir.

İlk olarak, duyusal olmayan, fakat buna rağmen maddi bir şeyin olduğu kadar “nesnel” olabilecek bir süre tecrübe vardır. Açık bir örnek vermek gerekirse matematiğin temel kuralları onları kullanan kim olursa olsun değişmezler ve birçok dövüş sanatının etkililiği yukarıda incelediğimiz ikinci türden tecrübelerin somut gerçekliğine dayanır. Ayrıca fiziksel tecrübeler bile herkes tarafından aynı şekilde algılanmaz; bir şarabın tadı veya bir trafik kazası olayı, büyük ihtimalle farklı kişiler tarafından farklı algılanıp farklı tarif edilecektir.

Bu güne kadar birçok defa bu son faktörün nesnel bir olgunun yetersiz beşeri tecrübesini temsil ettiği ileri sürülmüştür. Bu savın haklı bir yanı olabilir; yalnız savın rahatsız edici bir noktası vardır ki varsayılan “nesnel olgu”nun gerçekten var olduğunu tek işareti o aynı yetersiz algılardır. İnsan algısı bilebileceğimiz tek şeydir.

“Nesnel olgu” dünyası, kimi insani tecrübelerin kimi hayli gelişigüzel kurallara göre zihinde birleştirilmesinden oluşan zihinsel bir inşadan başka bir şey değildir. Doğrudan bilebileceğimiz tek dünya insan algısının, insan bilinçliliğinin dünyasıdır, diğer her şey bu dünyaya düşen gölgeler gibi gelir.

Mantıksal olarak kanıtlamasa da, bu gölgelerden bazılarının insan bilinci dışındaki bir şey tarafından düşürüldüğünü varsaymak makuldür. Aynı şekilde bu “dışarıdaki şey”in zihinsel modellerini yaratmak ve bu modelleri içinde var olduğumuz evrenin kaba temsilleri olarak görmek de makuldür. Oysa insan tecrübesinin birçok türünü bu tür modellerin temelsiz olduğu gerekçesiyle bir kenara atmak ve bütün diğer modelleri yargılamak için sadece dar bir algı grubunu kullanmak makul değildir. Modern gerçeklik mevhumunun yaptığı şey, tam da budur.



Tecrübe Düzeyleri

Evrene eski bakma biçimlerinden beslenen Batı Maji gelenekleri her zaman geniş bir bakış açısı benimsemiştir. Altın Şafak majisinin temel aldığı Kabala Felsefesi’nde çevremizi kuşatan evren, aralıksız olarak maddeden ruha ulaşan bir sürekliliktir; beşeri tecrübenin bu ikisi arasındaki bütün düzeylerinden geçer.

Bu sürekliliğin en önemli modeli bu sürekliliği on temel varoluş düzeyi veya aşama olarak resmeden Hayat Ağacı şeklidir. Bununla birlikte şu andaki amaçlarımız açısından farklı bir model daha yararlı olabilir. Bu model, yukarıda incelediğimiz tecrübenin beşli sınıflandırmasına dayanır. Bu model biri maddeyi, öteki ruhu temsil eden birbirini kesen iki üçgenle resmedilir.

Madde ve ruh arasındaki geçiş âlemleri beş düzeye bölünebilir; bunlar da, daha sonra ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz geleneksel majikal sembolizmin beş elementiyle ilişkilendirilebilir. Bu düzeyler aşağıdaki gibidir:

Varlık Seviyeleri

1.

Fiziksel. Fiziksel düzey beş olağan duyuyla tecrübe edilir. Aşağı yukarı modern bilimsel düşüncenin kavradığı şekliyle madde ve enerji terimleriyle açıklanabilir. Eski tradisyonlar fiziksel düzeyi dört elementin –ateş, hava, su ve toprak- etkileşimleri olarak tarif ederdi. Bunlar modern enerji, gazlar, sıvılar ve katılar kavramlarına denk düşerler. Bu düzey sembolik olarak katı ve direngen Toprak elementine karşılık gelir.

2.

Eterik. Eterik düzey, olağan görme ve dokunma duyularına az çok paralel olan farklı duyu grubu aracılığıyla tecrübe edilir. Hem enerjinin hem maddenin bazı niteliklerini paylaşan, fakat biyolojik hayatla yakından bağlantılı olan bir maddi olmayan töz düzeyi olarak düşünülebilir. Eter Hindu yoganın pranası ya da Doğu Asya dövüş sanatlarının ch’i veya ki’sine benzetilebilir. Majikal felsefede maddi düzeyin altındaki temel, madde ve enerjinin biçim aldığı desenleri veren sübtil töz okyanusudur. Sembolik olarak akıcı ve alıcı Su elementine tekabül eder.

3.

Astral. Astral düzey, yani somut bilinç düzeyi normalde zihin — zekâ, heyecan, hayal gücü, irade ve hafıza melekeleri — dediğimiz şey vasıtasıyla tecrübe edilir. Majisyenin bakış açısından bunların eylemin duyuları ve araçları olarak işleyebileceğini anlamak çok önemlidir. Bu işlevlerden hiçbiri bir insanın kafasının içiyle sınırlı değildir. Astral düzey, kendi bilincimiz ve başkalarının bilinciyle belirlenen ve bilincimizde düşünceler, duygular, imgeler ve benzerleri olarak ortaya çıkan sürekli değişen motifler içinde hareket ederek zihni zihne bağlayan akış halindeki enerjiler alemi olarak düşünülebilir. Sembolik olarak bu düzey hareketli ve dönüştürücü Ateş elementine tekabül eder.

4.

Zihinsel. Zihinsel düzey, yani soyut bilinç düzeyi bizzat bilincin (farkındalığın), kendine ait kapasitelerince tecrübe edilir. Zaman ve mekânın dışında var olan ve ilk üç düzeyin dayandığı örgütleyici ilkeleri sunan soyut motifler alemi olarak tasavvur edilebilir. Bu motifler, farkındalığımıza eşyanın tabiatına dair temel içgörüler olarak görünür. Sembolik olarak bu düzey şeffaf ve elle tutulur olmayan Hava elementine tekabül eder.

5.

Spritüel. Spritüel düzey benliğin özsel çekirdeği aracılığıyla tecrübe edilir. Bu özsel çekirdek aynı zamanda bilincin kaynağıdır. Herhangi başka bir tanımın ötesindeki saf varlık olarak tasavvur edilebilir ve kendini insan farkındalığında benliği bütün her şeyin birliğine bağlayan, tarifi zor bir deneyim türüyle gösterir.

Bu beş düzey maddeden ruha, (aynı şeyi başka bir şekilde ifade edersek) tam kuvve halinden tam fiil haline ulaşan tek bir tayfın kısımları olarak görülebilir. Bununla birlikte tayfın farklı bölgeleri birbirlerinden birçok şekilde ayrıdırlar. Dikkate değerdir ki birini yöneten yasalar genellikle diğerlerinde geçerli değildir. Örneğin bir fikre çivi çakamazsınız ya da düşünce gücüyle katı bir duvarın içinden geçemezsiniz. Her bir âlemin kendi kuralları vardır.

Bununla birlikte bu beş tecrübe düzeyini birbirine bağlayan altta yatan bazı motifler vardır. Bu motifleri net bir şekilde duymak, ritüel majinin ilkelerinin epey bir netleşmesini sağlar. İki düzey, fiziksel ve eterik düzey, zaman ve mekânın bildik bağlamında meydana gelen şeylerle ilgilidir. Bu düzeylerde tecrübe ettiğimiz şeyler zaman ve mekâna tabi gibidirler; büyüme ve çürümeye, genişleme ve çelişmeye maruz kalırlar. Platonik felsefe diliyle bu iki düzey Oluş âlemi olarak tasavvur edilebilir.

Diğer iki düzey, spritüel ve mental düzey, tümüyle zaman ve mekânın dışındaki şeylerle ilgilidir ve değişime uğramazlar. Bu iki düzey, sonuç olarak saf Varlık âlemi olarak tasavvur edilebilir.

Bu iki âlemdeki iki düzeyin ilişkilerinde önemli bir paralellik vardır. Fiziksel ve zihinsel düzeyler şeylerin çoğulluk içinde bulunduğu düzeylerdir. Yani bunlarda tecrübe edilecek birçok farklı şey vardır ve bu şeyler etraflarındaki şeylerden büyük ölçüde ayrı görünür. Şu anda elinizde tutmuş olduğunuz bu kitap, onu tutan ellerinizden, etrafını çeviren havadan vs. ayrıdır. Zihinsel düzeyin çeşitli motifleri aynı şekilde birbirinden ayrıdır ve ayrı olarak tecrübe edilebilir. Soyut bir hakikate dair ani bir içgörü zorunlu olarak diğer hakikatlere denk bir içgörüye yol açmaz. Oysa, eterik ve spritüel düzeyler birlik düzeyleridirler ve tecrübe edilen şey bütünün bir veçhesi olarak tecrübe edilir. Eter okyanusunda çok az ayırıcı çizgiler varken, ruhun (Spirit) aşkın birliğinde hiçbir ayrım çizgisi yoktur.

Peki Varlık ve Oluş âlemlerinin ortasında duran Astral düzey? Bizim genelde düşünceler ve duygular olarak tarif ettiğimiz somut bilinç hareketleri olağan zaman ve mekân sınırlarına tabi değildir; fakat bunların var olduğu yer sonsuzluğun değişmezliğinde değildir. Daha ziyade kendi zaman ve mekânlarında şekil alırlar; bu, olağan zaman ve mekândan daha esnektir. Bu zaman ve mekân Varlık âlemleriyle, olağan zaman ve mekâna göre daha net ilişkilidir.

Birçok insanın gidebildiği en derin astral düzey olan düşler bunu açıkça gösterir. Düşlerde mekân vardır ve zaman geçer, ancak bu tanımlanmasın veya betimlenmesini neredeyse imkânsızlaştıracak karmaşık birçok katmanlılıkla geçekleşir. Olağan zaman ve mekân içinde gerçekleşmesi imkânsız şeyler sürekli olarak vuku bulur, zaman esner, durur, geriye akar vs. Aynı şey olağan düşünce için de geçerlidir. Ayrıca majisyenlerin nasıl girileceğini bildiği daha yoğun astral tecrübe türleri için de çarpıcı bir biçimde doğrudur.

Majikal teoride astral düzeyin bu özel niteliklere sahip olmasının nedeni, onun Varlık ve Oluş âlemleri arasında bir geçiş olmasından kaynaklanır. Burada zaman sonsuzlukla, değişim değişmezlikle komşudur. Kısa bir süre sonra göreceğimiz üzere bu iletişim evrenin varlığa gelişi sürecinin anahtarıdır. Ayrıca ritüel majinin etkili kullanımı için hayati öneme sahip bir anahtardır.



Makrokozmos ve Mikrokozmos

Yukarıda bahsedilen modern düşüncenin ön yargılarından biri burada kavrayışın önünde bir engel teşkil eder. Bilinç tecrübelerinin “öznel” olduğu — yani, bilimsel anlamda gerçek olmadığı — kafamızın içine öyle işlenmiştir ki bilincin kafatasımızın dışında herhangi bir rolü olduğu düşüncesi bizim için çok aykırı bir düşüncedir. Bununla birlikte bu fikir, bize ne kadar garip gelirse gelsin, kültürümüzün mevcut inanç sisteminin sunduğundan çok daha iyi bir tecrübe modelidir.

Bizim evren modelinden azade olan kadim zamanların filozofları, bilinç ve madde arasındaki ilişkiyi çok farklı bir ışık altında gördüler. Dikkat ettiğimizde bizim de görebileceğimiz üzere, onlar kendi tecrübelerinden hareketle insandaki maddi hareketlerin bilincin hareketlerince belirlendiğini biliyorlardı. Bu bazen çok aşikâr düzeylerde gerçekleşir. Örneğin bir kişi elini kaldırmaya karar verip kaldırdığında.

Ayrıca daha belirsiz düzeylerde de meydana gelir. Bilinç fenomenine dikkatle ilgi gösterilmesi, genellikle farkına varılmadan, kendiliğinden olan ve kalbin çarpışını, sindirim sistemindeki kasların kullanılmasını kontrol eden koca süreçleri açığa çıkaracaktır (ileri seviye yoğa uygulamacıları şaşırtıcı bir fiziksel hâkimiyete sahip olmalarını bu süreçleri algılamayı öğrenmeye borçludurlar). Bu otomatik süreçler eterik düzeyle yakından ilişkilidir. Bütün süreci kavramsallaştırmanın bir yolu, bilinçteki olayları eterik âlemde değişimler yaratan şeyler olarak görmektir. Eterik alemdeki değişimler de fiziksel madde alemindeki değişimleri meydana getirirler.

Bilinçteki değişimlerin maddede değişimlere yol açtığı fikri, kadim zamanların düşünürlerinin keşfetmekte gecikmediği, daha geniş içerimlere sahiptir. Eğer bu insanlar ve diğer yaşayan şeyler için geçerliyse, diye akıl yürüttüler, neden başka şeyler için de geçerli olmasın? Örneğin böyle bir şey, kâhinlerin ve falcıların geleceği olmadan önce söyleyebilme yeteneklerini açıklamaz mı? Zaman içinde keşfedilen ve test edilen bu fikirler, evrenin majikal modelinde merkezi bir yer kazandılar.

Bu modelde benlik (nefs) ile evren arasındaki engelin her bir tarafında bir dizi düzey vardır. Bu bariyer beşeri düşünce alışkanlıklarının en derininde olanlardır. Fiziksel, eterik, astral, zihinsel ve spritüel tecrübeler aynı anda hem “İçsel” hem “dışsal” fenomenlerle ilişkilidir. Düzeyler arasındaki ilişki –astralın zaman ve zamansızlık arasında aracı olduğu ve düzeyleri fiziksel tezahüre indiren motifleri harekete geçirdiği ilişki-hem dışta hem içte aynı şekilde çalışır. Paralellik, Batı majikal geleneğinin kurucularının, kadim mitsel imgelerden faydalanarak, insanla evrenin birbirinin sureti olduğundan, dev bir insani varlık olarak evren ve küçük bir evren olarak bireyden bahsetmiştir.

Makrokozmos ile mikrokosmoz ilkesinin kalbinde olan bu fikir, majikal dünya modelinin merkezi unsurlarından biridir. Bu iki dünya Batı dünyasının majikal yazılarında çok kullanılmışlardır. Makrokosmos kelimesi Grekçe kelimeler makros ile kosmos’tan gelir, “büyük evren” demektir; mikrokosmos ise mikros kosmos “küçük evren” demektir ve insan bireyinin bütünselliği anlamına gelir. Mikrokosmos ile makrokosmos ilkesi bu ikisinin bir anlamda aynı şey olması demektir.

Bu ilke, geçmişte sık sık yapıldığı üzere, kastedilmediği anlamlara çekilebilir. Bu ilke, fiziksel evren ile fiziksel insan bedeni arasında bire bir tekabül olduğu anlamına gelmez. Platon’un işaret ettiği üzere evrenin ayakları yoktur. Diğer düzeyler arasında da birebir bir tekabül ilişkisi yoktur. İlkenin işaret ettiği –ve hayli önemli olan- nokta, evrene dair tecrübemizin özsel motiflerinin kendimize dair tecrübelerimizin özsel motifleriyle bir ve aynı şey olduğudur.

Burada daha derin bir nokta vardır ki algılama ve gerçeklik konusunun yarattığı zor meseleleri çözer. Az önce bahsedilen motifler, nihai olarak kendi tecrübelerimizin motifleridirler ve insan soyunun bir üyesi olarak her birimizin miras aldığı belli düşünme ve algılama araçlarınca biçimlenmişlerdir. Algılarımız beşeri algılardırlar ve bunun bir sonucu olarak evrenimiz beşeri bir evrendir. Bu evren onu algılama araçlarımızın bizatihi yapısı gereği kendi suretimizde yapılmıştır.



Maji ve Yaratım Süreci

Maji felsefesinde mikrokozmos ile makrokosmos ilkesi yukarıda bahsedilen algılının temelidir ve evrenin ve evrende majinin rolünü açıklamak açısından merkezi öneme sahiptir. Tıpkı her bireyin bütün tecrübe düzeylerinde var olması gibi, algıladığımız bütün diğer her şeyin de bütün düzeylerde mevcut olduğuna inanılır.

Bir nesneye –örneğin bir kayaya- baktığımız zaman, onun belli bir taştan yapılmış olduğunu görürsünüz. Majikal öğretiye göre aynı kaya, eterik düzeyde vurgulardan ibaret bir dalga motifi olarak; astral düzeyde bilinçte somut bir form, algıların sürekli akışı içinde bir mevcudiyet olarak; zihinsel düzeyde “kayalık” özsel niteliğiyle soyut ve zamansız bir fikir olarak ve nihayet spritüel düzeyde kayanın ve geri kalan her şeyin nihai olarak geldiği ilksel birliğin bir ifşası olarak vardır.

Bir görüşe göre kayanın bu farklı varoluş düzeyleri, sadece aynı kayaya, her bir düzeyde insanın sahip olduğu algılama güçlerini kullanarak farklı açılardan bakmaktan başka bir şey değildir. Bununla birlikte evrenin majikal modelinde, kayanın — ve diğer her şeyin beş yönü — aynı zamanda sebep ve sonuç zinciri olan bir yansıma süreciyle bağlantılıdır. Spritüel kaya zihinsel düzeye yansır ve böylece zihinsel kayanın varlığa gelmesine sebep olur. Aynı şekilde zihinsel kaya astral düzeye, astral eterik düzeye ve eterik de fiziksel düzeye yansır. Başka bir şekilde dile getirmek gerekirse, aynı özsel motif adım adım varlık merdiveninden iner ve her bir düzeyde o düzeye özgü bir biçim alır.

Bu, majikal terimlerle, yaratımın sırrıdır. Yaratımı zamanın başlangıcında bir kereliğine olup biten bir şey olarak gören Batı’nın Ortodoks dinlerinin aksine, Kabala’nın majikal felsefesi yaratımı, bütün eşyanın ve varlığın etkin katılımcılar oldukları sürekli bir süreç olarak anlar. Bu bakış açısında tecrübe ettiğimiz her şey, spritüel düzeyin yükseklerine ulaşan ve ardından düzey be düzey madde ve duyusal algı âlemine inen bir süreç aracılığıyla vuku bulur. Tecrübe ettiğimiz her şey de bir mevcudiyete ve bütün varlık düzeylerinde bir etkiye sahiptir.

Bu yaratı sürecinde, astral düzey birçok açıdan hayati bir önem arz eder. Spritüel ve zihinsel düzeylerin ebedi motiflerinin zaman ve mekân içinde kesin formlara — bu kaya, bu ağaç, bu insan bireyi — yansıdığı yer somut bilinç düzeyidir. Astral düzey yaratının dönemeç noktasıdır ve bu nedenden dolayı majinin doğduğu yerdir.

Astral düzeyde insan bilinci tarafından kurulan bir motif, diğer astral motiflerle aynı şekilde düzeylerden geçerek tezahür eder. Geleneksel maji felsefesinin merkezi içgörüsüdür bu ve majikal uygulamaya bir anahtar sunar. Ritüel majinin bütün karmaşık mekanizması, somut bilinçte motifler inşa etme yöntemleri koleksiyonundan başka bir şey değildir.

Maji böyle tanımlanınca basit bir şey gibi görünüyor ve öyledir de. Bununla birlikte “basit”, “kolay” anlamına gelmez. Astral düzeyde bir motif inşa etme basit eyleminin önünde bir dizi engel vardır. Bu kitabın büyük bir kısmı bu engeller ile onların etrafından dolaşma yöntemlerine ayrılmıştır.



Enerji Olarak Evren

Yaratım motiflerinin ruhtan maddeye inişi, majinin tabiatı hakkında yararlı bir konuşma biçimi sunan, başka bir yolla da anlaşılabilir. Bahsettiğimiz aşağı inen motifler, belirli türde, belirli etkileri olan ve içinden geçtiği düzeye göre şekil alan bir enerji akımı veya akışı olarak da görülebilirler. Her bir enerji akışı enerji kaynağı olarak zihinsel ve spritüel düzeylerden faydalanarak, ilk olarak astral düzeyde ortaya çıkar ve sonunda maddi düzeyde temel atar; inişi sırasında başka enerjilerle ilişkiye girer.


Enerji kelimesi elbette sadece bir teşbihtir. Burada bahsedilen enerji yumurta pişirmez veya bir voltmetrede ölçülemez. Ayrıca modern bir metafordur, majikal teori hakkındaki daha eski kitaplar genel olarak efekt (etki, tesir) veya effluvia’dan (gaz, aura, buhar, nefes) bahseder. Yeniplatoncuların eserlerinde bu ideal formlar veya alıcı tözlerdirler. Yaratımın metaforik enerjisi, tıpkı daha yakıdan tanıdığımız enerjiler gibi belli kaynaklara, kanallara, akış motiflerine, bütünsel dengesi içinde kutuplara, yerel dengesizliklere ve türbülanslara sahiptir.

O halde bu bakış açısından evren, bize tecrübe ettiğimiz her şeyi veren bir süreç olarak, varlığın çeşitli düzeylerinde dans edip dalgalanan enerjilerin devasa ve karmaşık motifleri olarak resmedilir. Beşeri bir varlık bu dans içinde, sayısız başkalarınca etkilenen, biçim alan, ama aynı zamanda biçim verme ve tesirde bulunma kapasitesine sahip tek bir enerji akımıdır. Majisyen, bu yaratıcı enerjinin söz konusu kapasiteleri eyleme dönüştürmesini öğrenmiş bir akımıdır.

Küçük bir enerji merkezi erk dalgalarıyla savrulduğu için bir majisyen kadiri mutlak olmaktan çok uzaktır. Uygulamalı majinin en önemli kurallarından biri, majikal çalışmaların bazen başarısız olduğudur. Tecrübenin bütün düzeylerini algılamayı ve bunlarda eylemde bulunmayı öğrenme amacıyla yola çıkmış olan bir beşer varlığından öte olmayan majisyen, kendi eylem potansiyellerinin hayata tümüyle fiziksel açıdan yaklaşanlardan pek uzak olmadığını görecektir. Her bir düzeydeki motifler, altındaki tekabüliyetlere sebep olup onları örgütlediği için, majisyen daha yüksek düzeydeki mukabil motife tesir ederek en maddi türden tecrübeleri bile şekillendirebilecek erke sahiptir. Bu erkin sınırları vardır. Bu konuyu daha sonra konuşacağız. Fakat majisyenlerin asırları aşan birleşik tecrübeleri erkin var olduğunu hiç kuşkuya yer bırakmadan göstermiştir.


Birçok majikal uygulamanın düzeyi, gördüğümüz üzere, somut bilinç düzeyidir. Böylece majisyen, deyim yerindeyse, tecrübenin astral düzeyinde durur, yüksek düzeylerin zamansız motiflerini aşağı indirir ve daha aşağıda tezahür etmesi için onlara kanal olur. Dolayısıyla herhangi bir majikal eğitimde bahsedilmeye değer iki önemli dinamik vardır. Acemi majisyen bir yandan yukarı, yüksek düzeylere bakmalı, kendini yaratımın enerji kaynaklarıyla nasıl uyumlayacağını öğrenirken, bir yandan aşağı, alt düzeylere bakmalı ve bu enerjileri nasıl tezahür ettireceğini öğrenmelidir.

Bu dinamiklerin ilki teurji (theurgy) ya da yüksek maji diye tanımlanır ve benliği bütün düzeylerde dönüştürme ve dengelemeyi amaçlar. İkincisi tomaturji (thaumaturgy) ya da uygulamalı maji olarak tanımlanır ve tecrübe evrenini iradeyle uyum içinde biçimlendirmeyi amaçlar. Majinin Janus yüzleri olan bu ikisi, Altın Şafak tradisyonunda ritüel maji yolunu çizer ve eğer maji sanatı ulaşılmak isteniyorsa, her ikisi de incelenmeli ve uygulanmalıdır.

Büyülü bir şey Maji

En temel, en basit, en anlaşılır ve belki de en eğlenceli tanım şudur; "Büyücü, çaylak ve ne yaptığının farkında olmayan, majisyen ise usta ve ne yaptığını bilen okültisttir." Burada okültistin ne olduğunu anlamışsınızdır; gizli bilimlerle uğraşan gizli bilimci demek...

Büyücü ile majisyen arasındaki en belirgin ayrım "amaç"ta yatmaktadır. Konuyu az çok bilenlerin itirazlarını duyar gibiyim. Hayır, büyücü ile majisyenin amaçlarının aynı olduğunu sakın düşünmeyin. Büyücü için sıradan gibi görünen şeyler majisyen için hayati bir önem arzedebilir. Örneğin majikal gücü kullanabilen büyücü için bu sıradan bir olaydır, sadece bir araçtır. Onun için önemli olan sonuçtur, sonucun katiyetidir. Aynı güç, majisyen için bir 'araştırma' ve 'geliştirme' konusudur. Majisyenin amacı, büyücünün her defasında 'aynen' tekrarladığı gücün mahiyetini çözmek ve gücü arttırmaktır, geliştirmektir. Majisyen için büyüsel uygulamalarda sonuç hayatiyet taşımaz. Majisyen, Simyacı’da geçen ve “Hayalindeki düşün peşinde koşan ilginç tip”tir.

Şimdi kısaca "maji"nin tanımını yapalım;

Yukarıdaki karşılaştırmadan da çıkarabileceğiniz bir sonuç... Maji herkesin ulaşamayacağı bir bilinç seviyesidir. Bu yüzdendir ki ona "Yüksek Bilinç, Bilinçdışı Güç, Yüksek Sanat" gibi isimler verilmiştir. Zaten kelime olarak Türkçe karşılığını da bulamazsınız. Greklerde Magein ya da Megas (Büyük İlim, Ana İlim), Doğu gizemciliğinde "Havas" (Yüksek İlim)'dir. Majinin temel felsefesini, okuduğum bir Doğu klasiğinden çıkarmıştım. Daha sonra Hz. Ali'nin bir sözü ile düşüncelerim iyice pekişti. Doğu'nun en büyük Havas (Yüksek İlim, Maji) ustalarından Gazali, sihir ilmi ile ilgili olarak, "İhya-u Ulumiddin" adlı eserinin 1. cildinin 77. sayfasında şöyle diyor; "Sahibini veya başkalarını zararlandırması bakımından sihir ve tılsımat ilimleri mezmumdur." Yani onaylanmaz, makbul olunmaz. Hz. Ali de, "Halka anlayabilecekleri şeyleri haber veriniz, anlamayacaklarını bırakınız kendileri isterlerse araştırsınlar" derken Gazali ile aynı ortak görüşü dillendirmiştir. Sonuç şu; "Bu ilim yüksek bir ilimdir, herkes anlayamaz ve yükünü taşıyamaz."

Söz Gazali'ye gelmişken şunu da belirtmek isterim; Aynı eserinde bu ilimlerin "ilim olmaları bakımından" öğrenilmesinde bir sakınca olmadığından da bahsetmektedir. Gazali'nin tek endişesi "avam"ın, yani sıradan insanın bu ilimlerle kötü emellerini gerçekleştirme isteğidir. Dolayısıyla bu ilmin yani onaylanmayan ilmin, "Yüksek Sınıf"a ve "Sıradan İnsan"a göre kullanım alanı vardır. Bu endişeyi doğal karşılamak lazımdır. Çünkü bütün tek tanrılı dinlerde olduğu gibi dinimizde de büyü haramdır, yasaktır ve sıradan insanı küfre götürür. Gazali'nin çok ilginç bir cümlesiyle maji konusunu tamamlıyorum; "Kuş eti ve bazı tatlıların memedeki çocuğa dokunması gibi, bazı ilimlerin de bazı kimselere zararlı olduğu inkar edilemez." İşte majinin de özü budur.

Gelelim büyücüye;

Onu sonuç ilgilendirir demiştim. Majikal gücü sıradan amaçlar için kullanan, bilinç alanında yaşanan algıları ve öğretiyi hiçe sayan, kendisine imtiyaz arayan büyücü için sonuç tabii ki önemlidir. Fakat şu da unutulmamalıdır. Büyücü, Jean Reno'nun oynadığı "Leon" tiplemesiyle birebir örtüşür. Kiralık katil gibidir. Duygu, sevgi, şefkat, sadakat onun için bir anlam ifade etmez. Parayı aldığı kimse için çalışır ve ertesi gün daha yüksek bir paraya yaptığı büyüyü bozabilir. Ve şu da bir gerçektir; Gerçek bir usta ise -Leon gibi!- şakası olmaz, sonuç kesindir. Majikal gücü alır ve bir paratoner misali istediği yere yönlendirir.

Kendinizi bayağı kaptırdınız sanırım;

Büyücü dediysem, çaylak dediysem o kadar da hafife almayın. Kullandığı serbest enerjiyi yoğunlaştırıp istediği yere yönlendirmesi o kadar da kolay bir uygulama değildir. Bunun için ciddi çalışmalar gerekir. Hammadde olan enerjiyi şekillendirmek bir sanattır ve bu sanatın bir sanatçıya ihtiyacı vardır. İşte bu sanatçı "Büyücü"dür.